//ENTEGRASYON

ENTEGRASYON

Birlikte Yaşayabilmek için Ortak Çaba Harcamak.

Toptancı ve kolaycı yaklaşımlar yerine soruna daha gerçekçi, ve bilimsel bir özenle yaklaşmakta yarar vardır.

John G. Saxe’in değişik bir çok çevirisi olan “Kör adamlar ve Fil” şiiri, bir file dokunarak onun ne olduğunu anlamaya çalışan körlerle ilgilidir. Şimdiye kadar bu şiir, bir çok araştırmacı tarafından, değişik gözlemlere dayanılarak oluşturulan farklı algılama ve izlenimleri görüntülemek için kullanılmıştır.

Şiirde, filin karnına dokunan birinci kör onun bir duvar olduğunu ileri sürer. Dişine dokunan ikinci kör, onun bir ok olduğunu savunur. Filin hortumunu yakalayan üçüncüsü onu bir yılanla karşılaştırır. Dizine dokunan dördüncüsü bir ağaç gövdesi olduğuna karar verir. Kulağını tutan beşincisi, filin bir yelpaze olduğunda israr eder.

En sonunda altıncısı filin kuyruğunu eline alır ve onun bir halat olduğunu iddia eder. John G. Saxe’a göre, sözkonusu kişilerin kendi deneyim ve gözlemlerini birbirlerine aktarmak için bir araya geldiklerinde ortaya nasıl bir karmaşanın çıkacağı artık okuyucuya kalmış bir şeydir.

Son yıllarda, Batı Avrupa ülkelerindeki göçmen işçilerin bulundukları ülkelere uyumu konusundaki tartışmalar da biraz körlerin fili kendi gözlemlerine göre nasıl algıladıklarına benzemektedir. Özellikle yetmişli yılların ikinci yarısından itibaren başlayan tartışmaların günümüzdeki aldığı biçimlere bakarsak, entegrasyon kavramından herkesin ne kadar farklı şeyler anladığını gözlemek daha da kolaylaşır.

Gerçekten de yetmişli yılların ikinci yarısından itibaren yapılan değişik araştırmalar, o zamana kadar misafir oldukları düşünülen göçmen işçilerin artık kalıcı olduklarını göstermeye başlamıştır. Geri dönüşlerini sürekli olarak erteleyen, geleceklerini geldikleri ülkelerden çok çalıştıkları ülkelerde gören, bu yüzden ailelerini bulundukları ülkelere getirmeye başlayarak, kendi dilleri, kültürleri, alışkanlık ve gelenekleriyle oralarda dikkat çeken azınlık gruplar oluşturan göçmen işçiler, şimdiye kadar bir çok politik, ekonomik, sosyal ve akademik tartışmanın konusu olmuşlardır. Entegrasyon konusu da bu kalıcılık eğiliminin belirginleşmesiyle ortaya çıkan bir tartışmadır.

İlk başlarda bilimsel meraklara dayanan akademik tartışmalar özellikle ekonomik bunalımların yoğunlaştığı dönemlerde, büyük ölçüde oy kaygılarına dayanan politik bir özellik kazanmıştır. Göçmen işçilerin varlığını hep gelip geçici bir olgu olarak gören politik kurumlar, bunun böyle olmadığı anlaşılınca, konuyu kendilerine göre tanımlamaya ve büyük seçmen kitlelerini ürkütmemeye özen gösteren önlemler aramaya koyulmuşlardır. Zaman zaman çok sert biçimlerde yürütülen tartışmalara taraf olanlar, entegrasyonu çoğu kez körlerin fili algıladıkları gibi anlamışlardır. Kimileri kılık kıyafet gibi biçimsel konuları ön plana çıkarmışlar, kimileri dil ve eğitim sorununun önemini vurgulamışlardır. Kimileri kültürel farklılıkları entegrasyonu yavaşlatan bir etken olarak ele almışlar kimileri de entegrasyon konusuna özellikle islam dinini sorgulayarak yaklaşmışlardır. Bu tartışmalarda aldıkları konumlara uygun olarak da herkes kendine göre bir entegrasyon modeli önermiştir.

Farklı kültürlerin varlığından ve bunların eşitliğinden yola çıkan görüşler genel olarak azınlıkların kendi kimliklerini koruyarak entegrasyonu savunan çok kültürlü bir toplum modeli önermişlerdir. Azınlıkların varlığını, onların kültürlerini, gelenek ve alışkanlıklarını bir tehdit unsuru olarak algılayan muhafazar milliyetçi akımlar çok kültürlü toplum modeline karşı çıkarak, toplumu ayakta tuttuklarını düşündükleri – somut olarak ne olduklarını kendilerinin de tanımlayamadığı- değer yargıları ve normları entegrasyonun zorunlu koşulları olarak ileri sürmüşlerdir. Bunun yanında yabancı düşmanı aşırı milliyetçi ve ırkçı akımlarsa yabancıları bir an önce sınır dışı ederek onlardan kurtulmak gibi çağ dışı bir düşünceyi savunagelmişlerdir.

Önerilen bu modellerin en iyi niyetlisinde bile göze çarpan belirgin özellik entegrasyon sürecinin çok farklı değişkenlerden oluşan karmaşık yapısını gözden kaçıran yaklaşımlarıdır. Örneğin bazan göçmenler, bazan yabancılar, bazan da etnik azınlıklar olarak adlandırılan topluluklar türdeş bir grup olarak ele alınmakta ve ona göre önlemler önerilmektedir. Bu gruplara ait oldukları düşünülen bireylerin her birinin birlikte yaşama sürecinin farklı bir aşamasında bulundukları, çok değişik deneyim ve bilgi birikimine sahip oldukları, geleceğe ilişkin beklentilerinin temel doğrultusu çoğu kez gözden kaçırılmaktadır. Örneğin Batı Avrupa ülkelerinde büyük grupları oluşturan Türkiye’den gelen göçmenlerin bir bölümü bulundukları ülkelerin toplumlarına çoktan entegre olmuşlar, uyum sağlamışlardır. Bir bölümü bu sürecin farklı aşamalarını yaşamaktadırlar. Bir bölümününse zaten ne uyum sağlamak gibi bir sorunu ne de niyeti vardır.

Entegrasyon politikaları ancak bu süreçlerin özelliklerini kavradıkları, o süreçleri harekete geçiren dinamikleri hesaba kattıkları ölçüde başarılı olabilirler. O nedenle toptancı ve kolaycı yaklaşımlar yerine soruna daha gerçekci, ve bilimsel bir özenle yaklaşmakta yarar vardır. Çünkü entegrasyon konusunda doğru çözümler üretebilmek için öncelikle onu doğru kavramak, entegrasyonun gerçekleşmekte olduğu çevreyi doğru analiz etmek gerekir.

Uyum politikaları konusunda şimdiye kadar ve halen de yapılmakta olan yanlışlıklardan birisi, azınlık gruplarıyla toplumun diğer kesimlerini, sanki çıkarları birbirlerinden çok farklı, aralarında uzlaşmaz çelişkiler bulunan, bu yüzden de birbirleriyle sürekli olarak çatışan gruplar olarak ele alan düşüncedir. Bu hem yanlış hem de tehlikeli bir tutumdur. Azınlık gruplarıyla toplumun diğer kesimleri arasında farklı çıkarların yol açtığı bir çelişki ve çatışma sözkonusu değildir. Muhafazakar, milliyetçi veya yabancı düşmanı çevreler tarafından, gerilim ya da çatışma olarak gösterilmek istenen şey, çoğu kez bilgisizliğe ve inatçı önyargılara dayanan, asıl olarak da sağlıklı bir iletişimin kurulamamasından kaynaklanan sorunlardır. Aksine aynı toplumsal sınıf ve katmanlara ait bireyler olarak bu insanların arasında ortak çıkarlar söz konusudur.Çünkü onlar etnik kimliklerinin yanında, hatta ondan da daha çok, fabrika işçisi, kamu görevlisi, işveren, bilim adamı, öğrenci, sanatçı v.s. dir. Bu konumları onları karşı karşıya değil yanyana getirmektedir. Gerçekte bu alanlar çatışmadan çok uyumun toplumsal altyapısını oluşturan, daha çok kafa yorulması, çaba harcanması gereken alanlardır.

Değişik ülkelerde azınlıkların uyumu ile ilgili alınan kararların ve yürürlüğe konulan önlemlerin en önemli açmazlarından birisi de bunların bir çok açıdan tek taraflı önermelere ve pratiğe dayanmasıdır. Bu güne kadar tanık olduğumuz uygulamalarda uyumun gerçekleşmesi için azınlık grubu üyelerinin neleri yapmaları gerektiği altalta sıralanmış, aksi takdirde söz konusu olabilecek yaptırımların bir dökümü çıkarılmıştır. Deyim yerindeyse konu yalnızca azınlıkları ilgilendiren bir yükümlülük olarak görülmektedir. Oysa bir çok azınlığın bir arada birlikte yaşamak zorunda olduğu ülkelerde konu toplumun bütününü ilgilendiren bir biçimde ele alınmalıdır. Burada gözden kaçırılmaması gereken nokta, uyum sürecinin bir grup olarak değil bireysel olarak algılanan, değerlendirilen, yaşanan bir süreç olduğudur. Hiç kuşkusuz aynı mekanlarda birlikte yaşamaktan doğan alışkanlık ve gelenekler, bunun yarattığı sosyal kontrol, bu süreci hızlandıran ya da yavaşlatan bir rol oynamaktadırlar. Ama bunlar bu sürecin bireysel olarak yaşanan bir süreç olduğu gerçeğini değiştirmez. Çünkü bu sürece katılan herkes yalnızca farklı bir geçmişe sahip değildir. Aynı zamanda farklı bir bilgi ve deneyime sahiptir. İçinde yaşadışı koşulları kendine göre algılamaktadır. Çevresiyle ilişkileri farklıdır. Geleceğe ilişkin farklı beklentileri vardır. Gerekli olan bu süreci zorlaştıran ekonomik, sosyal ve psikolojik zorlukları iyi niyetle ve kararlılıkla ortadan kaldırmaya çalışmaktır. Uyumun saglıklı bir biçimde gerçekleşmesine olanak sağlayacak uygun bir iklimin yaratılmasıdır. Çünkü azınlık üyeleri ne kadar çaba harcarsa harcasınlar, eğer toplumun büyük bir bölümünde genel bir isteksizlik, duyarsızlık ya da yabancı düşmanlığı, aşırı milliyetçilik ve ırkçılık biçiminde yansıyan toplumsal dışlayıcı bir tutum söz konusuysa uyum çabalarının başarıya ulaşmasını beklemek aşırı bir iyimserlik olur. Unutulmamalıdır ki entegrasyon birlikte yaşayabilmek için ortak çaba harcamaktır.

.

Değiştirebilmek İçin Değişmek Zorunluluğu

Hollanda Danimarka ve Belçika’da olduğu gibi bir çok ülkenin parlamentosunda, bu potansiyel tehlikeyle bahsedebilmek için bireysel hak ve özgürlükleri sınırlayabilecek yasal değişiklikler önerilmekte, özellikle müslüman gruplara karşı ceza yasalarının daha sert uygulanması tavsiye edilmektedir.

Entegrasyon tartışmalarında en çok üzerinde durulan önermelerden biri, entegrasyonun kendi kimliğini ve kültürünü koruyarak gerçekleşmesi gerektiğidir. Asimilasyon dayatmalarına bir alternatif olarak ileri sürülen ve çok kültürlü toplum modelini savunanların önemli bir kısmı da katıldığı bu görüşe göre entegrasyon, ancak azınlık gruplarının kendi kimlik ve kültürlerini koruyarak, başarılı olabilir. Bunun dışında zorlanacak ya da önerilecek yollar bu alandaki çabaları başarısızlığa uğratmaktan başka hiç bir işe yaramayacaktır. İlk bakışta bir çok insana doğru gibi görünen bu görüş kendi içinde bazı çelişkileri de barındırmaktadır.

Bunlardan birisi insanların belirli bir zaman kesitinde edindikleri ya da kendilerinden önceki kuşaklardan devraldıkları kimlik ve kültürün değişmeyen veriler olarak kabul edilmesidir.

İkincisi de kimlik ve kültür kavramlarının kendi tarihsel evrimlerinden, toplumsal olarak taşıdıkları anlamlardan ve içinde yaşadığımız koşulların sürekli değişen özelliklerinden soyutlanarak ele alınmasıdır. İnsanların ve grupların toplum içindeki yerleri rolleri ve kendilerine ilişkin düşüncelerini ifade eden kimlik kavramı değişmeyen bir veri degildir. İçinde bulundukları toplumsal koşulların özelliklerine, edindikleri bilgi ve deneyimin kendilerine sağladıkları yeni olanaklara göre insanların kimlik anlayışı da sürekli değişmektedir. Örneğin azgelişmiş ülkelerin kırsal kesimlerinden gelen, çoğu kez temel eğitimini bile tamamlayamamış, bu yüzden iş pazarında rekabet şansı çok az olan birisinin kendi toplumsal yeri ve rolüne ilişkin düşünceleriyle, onların çocuklarının kendi toplumsal konumları, rolleri ve kendilerine ilişkin düşünceleri birbirlerinden oldukça farklıdır. Çok yanlış olarak insanların kimliği olarak kabul edilen etiketlerin (Türk, Arap, İtalyan, İspanyol Yunan v.s.) arkasındaki içeriğe baktığımızda yalnız kuşaklar arasında değil aynı zamanda ülkelere, bölgelere, oturulan semtlere, hatta çalışılan işyerlerinin özelliklerine göre bile, kimlikler ayrışmakta, farklılaşmaktadır. O nedenle entegrasyon tartışmalarında çok kullanılan kimlik kavramı sabit bir veri değil neredeyse her gün yeniden tanımlanması gereken bir değişkendir. Burada gözden kaçırılmaması gereken şey yalnızca bir gruba ait olan insanların kendi sürekli değişen toplumsal konumlarına, rollerine ve kendilerine ilişkin görüşlerinden çok başka grupların onların konumu, rolü ve ne olduklarına ilişkin görüşleridir. Değişik grupların birbirleri hakkında genellikle önyargılara dayanan görüşleri entegrasyon çabalarını zorlaştıran gerilim alanlarının ortaya çıkmasına neden olmaktadır. Önemli olan da bu gerilimlerin nedenlerinin objektif bir biçimde araştırılarak çözüm yolu aranmasıdır.

Şimdiye değin kimi tanımlamalar yapılmasına karşın kültürün sınırları, tam olarak neleri içerip içermediği veya neyin kültür olarak kabul edilip edilmeyeceği konusunda genel olarak bir görüş birliği sözkonusu olmadığı halde “Kültür” kavramı tarihin her döneminde, yaşamın ekonomik, sosyal, politik her alanında ateşli tartışmaların vazgeçilmez konusu olmuştur. Özellikle ekonomik bunalımların ya da tarihsel olarak dönüm noktası sayılabilecek toplumsal olayların neden olduğu çalkantılı dönemlerde bazı gruplara ait olduğu ileri sürülen alışkanlıklar, gelenekler, değer yargıları ve normlar yaşanmakta olan bütün gerilimlerin, sorunların, olumsuzlukların bir nedeni olarak gösterilmiş kendi kültürlerinin tehdit altında olduğunu ileri süren milliyetçi, muhafazakar ve bazı ırkçı gruplar hükümetlerden, parlementolardan bunlara karşı önlemler alınmasını, bu gruplara karşı daha sert davranılmasını istemişlerdir. Bununla da yetinilmemiştir. Hristiyanlığın doğuşu ile birlikte ortaya çıkan ama İkinci Dünya Savaşı öncesinde ve sırasında bir histeri halini alan yahudi düşmanlığı ve naziler tarafından girişilen soykırımı bunun somut örneklerinden birisidir.

Artık insanlığın ortak belleğinde ve tarihin arşivlerinde kalması beklenen ve bir cinnet sayılabilecek bu acı olaylar ne yazik ki günümüzde de bir başka boyutta ama benzer gerekçe ve araçlar kullanılarak sürdürülmektedir.

11 Eylül saldırıları gerekçe gösterilerek sözde uluslararası terörizme karşı başlatılan savaş, pratikte başta ABD olmak üzere bir çok ülkede müslüman gruplara karşı bir saldırıya dönüşmüştür. Bir çok Batı Avrupa ülkesinde bazı fanatik grupların varlığı bahane edilerek neredeyse müslüman olan ya da müslüman olduğu sanılan bütün insanlara potansiyel bir tehlike olarak bakılmaya başlanmıştır. Politikacılar, güvenlik güçleri, gizli istihbarat örgütleri deyim yerindeyse her taşın altında hayalet bir müslüman aramaya başlamışlardır. Neredeyse islam dini ve müslüman ülkelerden gelen grupların kültürleri terörizmle özdeşleştirilmektedir. Kim yabancılara karşı daha sert önlemler öneriyorsa kamuoyunda daha çok prim yapmaktadır. Partiler yabancı düşmanlığı ile muhtemel bir seçimdeki şansları arasında doğrudan bir ilişki kurmaktadırlar. Bu nedenle, Hollanda Danimarka ve Belçika’da olduğu gibi bir çok ülkenin parlamentosunda, bu potansiyel tehlikeyle bahsedebilmek için bireysel hak ve özgürlükleri sınırlayabilecek yasal değişiklikler önerilmekte, özellikle müslüman gruplara karşı ceza yasalarının daha sert uygulanması tavsiye edilmektedir. Gerekçe olarak da bu grupların kültürlerinin farklı olduğu, farklı değer yargıları ve normlara sahip oldukları, bu yüzden de ceza yasalarının onlara daha farklı uygulanmasının çok normal olduğu gibi ırkçılığı yeniden hortlatacak tehlikeli yollar savunulmaktadır. İkinci Dünya savaşının ardından Batı ülkelerinde başlatılan komünist avı şimdi müslüman avına dönüştürülmüştür.

Peki potansiyel bir tehlike, mutlaka savuşturulması gereken bir tehdit olarak gördüğümüz (başkalarının) kültürü gerçekte nedir? Acaba bu gruplar daha henüz tarih sahnesine çıkmadan bir takım tehlikeli ve hastalıklı ruhların icadederek o grupların belleğine naksettikleri iblisçe alışkanlıklar, gelenekler, değer yargıları ya da sistemler midir? Ya da “Bizimki” diye dört elle sarıldığımız, herkesinkinden üstün gördüğümüz kültürümüz kutsal ruhlar tarafından oluşturulup bir takım azizeler tarafından özenle belleğimize yerleştirilen bir şey midir?

Tam ve doğru bir tanımını yapabilmek zor da olsa kültür insanlığın kendi varlığını sürdürebilmek için doğaya, çevresine ve aynı zamanda kendine karşı da yürüttüğü olağanüstü savaşımda elde ettiği deneyimlerin, edindiği alışkanlık ve geleneklerin, sahip olduğu entellektüel birikimlerin, oluşturduğu sistemlerin genel bir bütünüdür. Bu anlamda kültür mükemmel bir biçimde tamamlanmış ve artık değişmeyecek olan gözü kapalı kabul edilmesi gereken bir doğma değil, tarihsel bir süreklilik içinde hep değişen, gelişen ve yenilenen bir olgudur. Bu değişmenin, gelişmenin temel belirleyicisi de bu sürece katılan güçlerin birbirlerine karşı konumu ve bileşimidir. Çünkü bir çok güç, bazan birbirleriyle çatışarak, bazan işbirliği yaparak, bazan da kendileri için uygun bulduğu yolları kendi başına yürüyerek bu süreci etkilemektedirler. İşte, kime ait olduğunu düşünürsek düşünelim, bütün kültürler böylesine karmaşık bir sürecin, bu gün gözlediğimiz, benimseyip yaşadığımız ya da eleştirip reddettiğimiz tarihsel görüngüleri, sonuçlarıdır.

Tarihsel bir sürekliliği içerdiği için kültür aynı zamanda yalnızca bir ülkenin bir halkın değil aynı zamanda bir ülke içindeki değişik bölgelerin grupların, geçirdiği ekonomik ve sosyal ve tarihsel aşamalarla da doğrudan ilişkilidir. Kültür ile ilgili tartışmalarda bu gelişmişlik farklılıklarını, yaşanmakta olan aşamaların özelliklerini, bu gelişmelerin olup bittiği çevreyi her şeyden önce doğru anlayıp ona göre değerlendirmekte yarar vardır.

Batı Avrupa ülkelerinde de gelişmelerinin çok değişik aşamalarını yaşayan bir çok farklı kültür sözkonusudur. Bu yalnızca göçmenler için değil, o ülkelerin yerli grupları için de geçerlidir. Örneğin Almanya’nın Bavra bölgesiyle Berlin Bölgesinde yaşanan kültürler arasında da ekonomik ve sosyal gelişmelerin, farklı tarihsel ve politik olayların belirlediği farklılıklar vardır. Katolikler ve protestanlar arasında değişik alışkanlıklar, değer yargıları farklı algılamalar sözkonusudur. Bunların böyle olması kadar da doğal bir şey yoktur.

Entegrasyon tartışmalarında da kültür olgusuna böylesine bir görecelilik içinde yaklaşmak gerekir.

Günümüzde göçmen grupların karşı karşıya bulundukları ekonomik ve toplumsal: eşitsizliklerden dolayı ortaya çıkan, gençler arasındaki suç işleme oranının yüksekliği, uyuşturucu ticareti ve kullanımındakı artış, insan kaçakçılığı ve eğitimdeki gerilik gibi bir çok sorunun nedeni olarak onların kültürleri gösterilmektedir. Hatta bazı politikacılar bu farklı kültürleri suç ve suçlu üreten yuvalar olarak görmekte ve neredeyse ancak yabani hayvanları ehlileştirmek için uygun görülebilecek yollar önermektedirler. Bu tutum aslında varolan ekonomik ve toplumsal eşitsizliklere göz yumarak öküzün altında buzağı aramaktan başka bir şey değildir. Çünkü bu gün yaşanmakta olan sorunların önemli bir bölümü yabancıların benimseyip yaşadıkları kültürlerden değil varolan sistemlerin göçmenleri kabul etme yetersizliğinden ve isteksizliğinden kaynaklanmaktadır.

Bu alanda entegrasyon tartışmalarını da yakından ilgilendiren ciddi bir sorun sözkonusudur. Ne olduğunu bile doğru düzgün tanımlayamazken ‘Bizimki’ diye benimsediğimiz bir kültürü göklere çıkarırken diğerlerininkini, uzak durmamız gereken bulaşıcı bir hastalık ya da tedavisi olanaksız bir sakatlık olarak görme alışkanlığıdır. Buna karşı bir tepki olarakda gelişen karşı tutum ise milliyetçi bir duygusallık ya da dinsel bir bağnazlıkla, geldikleri ülkede varlıklarını sürdürseler bile içinde yaşadıkları ve bir çoğunun vatandaşı oldukları ülkelerde artık önemini ve işlevini çoktan yitirmiş bir takım alışkanlık ve geleneklere körü körüne bağlı kalma inadıdır. Sürekli yeni kanserli hücreler üreten bu kısır döngüyü mutlaka kırmak gerekir.

Tartışmada Taraf Olabilmek Devletten elde ettikleri ufak tefek yardımlarla ayakta tuttukları derneklerinin lokallerinde, içinde yaşadıkları ülkelerin sorunlarından çok bir gün iktidara gelmeyi hayal ettikleri ülkelerin sorunları konuşulur, tartışılır.

Entegrasyon tartışmalarında azınlıklar günümüze kadar hep tartışılan bir konu olmuşlar, ama ne yazik ki tartışmalarda bir taraf olamamışlardır. Bunun temel nedenlerinden birisi azınlık gruplarının bu tartışmalara hazırlanabilecek, öneriler geliştirecek, geliştirilen önerileri kamuoyuna taşıyıp bulundukları ülkelerin politik gündemine sokabilecek profesyonel bir ilişkiler ağından ve örgütlülükten yoksun olmalarıdır. Konuyla ilgili tartışmaların tek boyutlu olmasının önemli bir başka nedeni de budur. Azınlık gruplarının özellikle de müslüman kökenli azınlıkların örgütlerine baktığımızda ilk göze çarpan şey bunların büyük bir çoğunluğunun dinsel gereksinmelerden yola çıkan, dışa kapalı örgütler olmasıdır. Büyük ölçüde vakıflar ve cami dernekleri şeklinde ortaya çıkan bu kurumları biraz daha yakından incelediğimizde bunların bir bölümünün azınlıkların geldiği ülkelerin resmi kurumları tarafından (Diyanet İşleri gibi) finanse edilen ve yönlendirilen örgütler olduğu görülür. Bu tür örgütlerin öncelikli amacı bir yandan seslendiklerini düşündükleri kesimlere dinsel içerikli hizmetler sunarken diğer yandan da onları çevrenin ve başkalarının(!) olumsuz ve zararlı etkilerinden koruyarak ülkeleriyle olan bağlarını güçlendirmektir. Aynı alanda etkinlik sürdüren ve birbirleriyle kıyasıya yarışan diğer vakıf ve cami dernekleri ise azınlıkların geldikleri ülkelerdeki değişik köktendinci akımların, grup ve tarikatların Batı Avrupa ülkelerindeki vakıf, dernek biçiminde ortaya çıkmış uzantılarıdır. Bunların öncelikli hedefi, bulundukları ülkelerde din ve vicdan özgürlüğünün sağladığı olanaklardan yararlanarak, genç ve yeni taraftarlar bulup büyümek, gruplarını ve tarikatlarını güçlendirmektir.

Bir gün gerçekleştirmeyi düşledikleri bir islam devletinin kuruluşuna katkıda bulunmaktır. Hiç bir çağdaş amacı, hiçbir demokratik eğilimi olmayan, ellerinde bulundurdukları camiler, kuran kursları ve yatılı okullarla toplumun değişik kesimleri arasında tehlikeli duvarlar ören, yalnızca kendi ilahi doğrularına tapınıp, kendileri gibi düşünmeyen herkesi şiddetle reddeden bu çevrelerin gözünde entegrasyon işlenebilecek en büyük günahlardan birisidir.

Taban tabana zıt görünüyor olsalar da, sözde göçmen işçilerin gereksinmelerinden yola çıkarak kurulduğunu ileri sürerek çalışma yürüten ve isimlerinin önünden bu isimleri ve işlevleriyle ilgili hiçbir ilişkisi olmayan sıfatları eksik etmeyen örgütler de, yukarıda sözü edilen örgütlerle benzer özellikler göstermektedirler. Pek fazla kitlesel desteğe de sahip olmayan bu örgütlerin belirleyici özelliği gelinen ülkedeki şu ya da bu politik akımın veya bir partinin bir uzantısı olmalarıdır. Devletten elde ettikleri ufak tefek yardımlarla ayakta tuttukları derneklerinin lokallerinde, içinde yaşadıkları ülkelerin sorunlarından çok bir gün iktidara gelmeyi hayal ettikleri ülkelerin sorunları konuşulur, tartışılır. Açtıkları yoldan yürümeye yemin ettikleri kahramanlarına, önderlerine bağlılık gösterileri yapılır, düşman diye ilan ettikleri grup ve çevrelere lanetler yağdırılır. Kendi kutsal davalarının, yüce amaçlarının tek ve biricik doğru olduğunu savunan bu kesimler, bunu kanıtlamak için gerekirse şiddet kullanmaktan da çekinmezler. Onların da birinci görevi bulundukları ülkelerde, uzantısı oldukları akımlara, partilere veya gruplara politik ve lojistik destek sağlamaktır. Bu tür örgütlenmeler bulundukları ülkelerde yaptıkları eylemlerin uyandırdığı ilgi ve kendileri gibi düşünen bazı çevrelerin de desteğiyle, kendi gerçek güçleriyle orantılı olmayan görüntüler oluşturmakta, küçük de olsa, bu ülkelerde yaşayan işçileri hiç ilgilendirmese de, kamuoyunun belli kesimlerini etkileyebilmektedirler.

Bir başka ve örnekleri daha cok Kuzey Batı Avrupa ülkelerinde görüen örgütlenmelerin dikkat çeken özelliği, bunların çoğu kez devletin sağladığı bazı desteklerden yararlanabilmek için kurulmuş olmalarıdır. Aşağı yukarı bütün ülkelerde bazı kişiler bu tür yardımların hangi kanallardan, hangi kişiler ve ilişkiler kullanılarak nasıl elde edileceği konusunda oldukça uzmanlaşmışlardır. Sen, ben, bizim oğlan olarak da tanımlanabilecek dar bir çevrenin adamları olan bu kişiler el attıkları konunun özelliklerine göre, komisyonlar, çalışma grupları, vakıflar, dernekler kurarak, her yıl, azınlık grupları için ayrılan fonlardan, küçümsenemeyecek miktarlarda parasal olanağın denetimini ele geçirmektedirler. Bunların kendi demokratik iç denetimleri olmadığı gibi, dışarıdan da yeterince denetlenmedikleri için bu kaynakların nasıl harcandığı, nerelere gittiği konusunda hemen hemen hiç kimse bilgi sahibi değildir. Kamuoyu, azınlıklar için ayrılan bu kaynakların ne olduğunu, ancak çoğu zaman da iş işten geçtikten sonra artık mızrak çuvala sığmamaya başladığında kendini gösteren anlaşmazlık ve suçlamalar ortaya çıktığında öğrenebilmektedir.

Genel olarak ortak bir faydası olmayan bu tür örgütlenmelerin ortak amaçlar ya da hedefler doğrultusunda bir araya gelmeleri de neredeyse olanaksız gibidir. Çünkü bu tür örgütleri azınlık gruplarının bulundukları ülkelerde karşı karşıya kaldıkları sorunlardan çok, o örgütleri kontrol altında tutan kişi ve grupların kendi özel eğilimleri, çıkarları, politik hırsları ya da ideolojik amaçları yönlendirmektedir. Çok sayıda ve birbirleriyle de acımasız bir rekabet içinde bulunan azınlık örgütlerinin bu durumlarıyla başarabildikleri tek şey, yerel ya da ulusal otoriteler karşısında birbirlerini işlevsiz bırakmaktır.

Bu tür örgütlenmelerin azınlıkların karşı karşıya bulundukları sorunların çözümüne katkıda bulunmaları, geniş bir bilgi ve deneyim birikimi ve buna uygun örgütlenme modelleri gerektiren, azınlıkların topluma uyumu gibi tartışmalara katılabilmeleri, böylesine karmaşık süreçleri yönlendirebilmeleri elbette olanaklı değildir. Bunun olanaklı olmadığı azınlık gruplarının sürekli olarak yüzyüze kaldığı sorunlarla her gün yeniden kanıtlanmaktadır.

Başlangıçta, göçmen işçilerin içinde yaşamak ve çalışmak zorunda kaldıkları çevreye yabancılıkları ve dil sorunları nedeniyle ortaya çıkan, daha çok dayanışma amaçlı örgütler de kendilerini göçmen işçi hareketinin evrimine uygun bir biçimde dönüştürememişlerdir. Misafir işçiler, artık bulundukları ülkelere yerleşip bir çoğu o ülkelerin vatandaşları oldukları halde, bu örgütler halen folklorik özelliklerini aşamamışlardır.

Misafirlik ve göçmenlik gibi evreleri geride bırakarak Batı Avrupa ülkelerinde kalıcı azınlık grupları oluşturan göçmen işçi hareketi, göç kabul eden başka ülkelerde pek fazla da benzeri olmayan yeni bir aşamaya girmiştir. Bu aşamayı belirleyen en önemli özellik artık onların bu ülkelerde kalıcı olmalarıdır. Yaşanan ve gelecekte de yaşanması olası görünen bir yığın soruna rağmen içinde yasadıkları ülkelerin ve toplumların bir parçası haline gelmeleridir. Bu nedenle hem azınlıkların hem de onları temsil ettiğini savunan örgüt ve kurumların göçmen işçi hareketinin ulaştığı bu tarihsel ve sosyolojik aşamanın özelliklerini dikkate alarak konumlarını ona göre yeniden gözden geçirmeleri gerekmektedir.

Artık azınlıklar kendilerini içinde yaşadıkları toplumdan soyutlayan farklı gruplar olarak tanımlamak yerine, azınlık olmaktan kaynaklanan kimi sorunları olsa bile, içinde yaşadıkları ülkenin ve toplumun bir parçası olarak görmeli ve öyle tanımlamalıdırlar. Yalnızca azınlık olmaktan dolayı yüzyüze oldukları sorunları vurgulayıp durmak yerine içinde yaşadıkları toplumun kendilerini de doğrudan ilgilendiren sorunlarına ilgi gösterip, o sorunların çözümüne katkıda bulunmaya çalışmalıdırlar.

Bunun en etkin yolu da artık hiçbir işlevi kalmamış vakıf ve derneklerin içine hapsolup kalmak yerine bulundukları ülkelerin örgütlü hareketlerine katılmaktır. İşçiyse bir sendikanın üyesi olarak işini korumak, yaşama ve çalışma koşullarını iyileştirmek için kendisi gibi işçi olan diğer insanlarla birlikte mücadele etmelidir. İşverense, çıkarlarını korumak, işini geliştirmek için bir işveren örgütünün üyesi olarak onların çalışmalarına ortak olmalıdır. Bir meslek sahibiyse bir meslek örgütüne üye olarak hem onlara katkıda bulunmalı hem de onların olanaklarından yararlanmalıdır. Öğrenciyse bir öğrenci derneğinin, kadınsa bir kadın hareketinin üyesi olarak içinde yaşadığı topluma katkıda bulunmaya çalışmalıdır.

Eğer yaşadıkları sorunların ancak politik araçlarla çözülebileceğine inanıyorlarsa, kendilerine yakın gördükleri bir partinin üyesi olarak politik yaşama katılmalıdırlar. Hiç kuşkusuz bu konuda yalnız azınlık gruplarının üyeleri değil varolan dernekler, sendikalar, partiler de bu çabaları özendirmeli ve desteklemelidirler. Entegrasyonu desteklemek için şimdiye kadar boşuna harcanan kaynaklar bu alanlara yönlendirilmeli, daha verimli kullanılmalıdır.

Birlikte barış içinde yaşayabilmenin en güvenilir yolu onun için birlikte çaba harcamaktır. Böyle yapılırsa “Çok Kültürlü Toplum” entellektüel bir tartışma olmaktan çıkıp yaşanan bir gerçeklik haline dönüşür.

Birlikte Yaşayabilmenin Temel Koşulu Onu Gerçekten İstemektir.

Her gün dışlandıklarını hissederek hayal kırıklığı yaşayan kitleler ise daha çok milliyetçi olmaktadırlar.

Hangi nedenlerle olursa olsun uyum politikalarından istenen sonuçların elde edilememesi, bir çok ülkede, zaman zaman ekonomik bunalımların da yaratığı baskılarla, azınlık gruplarına karşı somut verilere dayanmayan suçlama kampanyalarının açılmasına neden olmuştur. Bu gruplar uyum sağlamak için yeterince çaba harcamamakla, kendi kültürlerini, gelenek ve göreneklerini boş yere canlı tutmaya çalışmakla eleştirilmişler, “Ya buralara uyum sağlarsınız, ya da bunun sonuçlarına katlanırsınız” gibi ikilemlerle karşı karşıya bırakılmışlardır. Daha doğrusu uyum politikalarıyla ilgili öneriler pratikte azınlık gruplarının mutlaka uymaları gereken dayatmalara dönüşmüştür.

Azınlıkların içinde yaşadıkları gerçek koşulları araştırıp sorunun ne olduğunu anlamaya çalışarak, bilimsel verilere dayalı uzun vadeli ve kalıcı çözümler önermek yerine, sadece yüzeysel gözlemlerin, ayaküstü rastgele elde edilen bilgilerin, aslı astarı olmayan söylenti ve önyargıların çekiciliğine kapılarak prim yapıp oy toplamak isteyen sorumsuz politikacıların da bu kampanyalara eşlik etmeleri, sorunun sağlıklı bir şekilde ele alınıp tartışılmasını maalesef zorlaştırmıştır.

Eylül’den sonra batı ülkelerinin kamuoylarına egemen olan toplumsal ve politik iklim de sorunları kendi boyutları içinde tartışabilmeyi neredeyse olanaksız hale getirmiştir. Çünkü konuya yalnızca kısa erimli seçmen eğilimleri açısından ilgi duyan bir çok politik parti ve akım bilimsel ya da pratikte doğrulanmış verilerden çok kamuoyunun belirli bir bölümünde varolan önyargıları ve endişeleri kışkırtarak oy toplamaya çalışmaktadırlar. Ne yazık ki günümüzde de kım azınlıklara karşı daha sert önlemler öneriyorsa, özellikle kuzey Afrika ve diğer ülkelerden gelen müslüman azınlıklar sözkonusu olduğunda kim masayı daha öfkeyle yumrukluyorsa medyada, büyük ölçüde onun oluşturduğu kamuoyunda daha fazla ilgi toplamaktadır. Hatta bazı ülkelerde ayrımcılık yapılmasına olanak sağlayacak anayasal değişiklikler önerilmektedir. Azınlıkların kültürlerini küçümseyen, onların yaşam biçimlerine, alışkanlık ve geleneklerine üstten bakan ve özellikle de ne tür tehlikeli sonuçlara yol açacağını düşünmeden, onların inançlarını alay konusu eden çevre ve gruplar uyum çabalarının önüne olmadık yeni engeller çıkarmaktadırlar.

Sürekli olarak dinsel ve kültürel farklılıkları gündeme getirerek sorunu tartışmaya çalışan çevrelerin asıl amacı soruna gerçekçi bir çözüm bulmak değil, tartışmaların yarattığı endişe ve korkuları daha çok oya dönüştürebilmektir. Entegrasyon konusunda din ve kültür gibi tanımlanması oldukça zor olgulardan yola çıkarak bir sonuca ulaşabilmek olanaksızdır. Çünkü bu alanlarda entegrasyonun hangi ölçülerde gerçekleştiği yada başarısız olduğu konusunda objektif, somut ölçütler yoktur. Bu tür araçlar olmadığı için de konuyu anlamaya ve tanımlamaya çalışacak karşılaştırmalar yapabilmek mümkün değildir.

Bunun yerine objektif ölçütlerin, karşılaştırmalı araştırma yöntemlerinin kullanılabileceği alanların saptanması gerekir. Bu alanların başında da azınlıkların iş pazarındaki konumu, eğitim alanında kaydedilen ilerlemeler, azınlık grubu üyelerinin örgütlülük oranı, kültür ve sanat alanında ortaya konan çabalar gelmektedir. Çünkü bu alanlarda hem somut verilere ulaşmak hem de elde edilen somut verilerin yardımıyla karşılaştırmalar yaparak bir sonuca ulaşabilmek daha kolaydır. Kolay olmanın da ötesinde sorunların gerçek kaynaklarına ulaşabilmek, asıl sorumluları saptayabilmek ve çözüm üretebilmek için de kaçınılmazdır.

Bu konudaki bir başka etken de medyanın tutumudur.
Burada unutulmaması gereken olgu teknolojik yeniliklerin sağladığı olanaklar sayesinde azınlıklar yalnızca yaşadıkları ülkelerin değil aynı zamanda ve belki de daha çok geldikleri ülkelerin medyasının da etkisi altındadırlar. Nasıl olursa olsun daha çok seyirciye ulaşma, okuyucusunu artırma kaygıları ile hareket eden medya araçları biraz da zamana karşı yarışma zorunluluğunun yarattığı baskı ile yaptıkları programların kalitesinden, verdikleri haberlerin ciddi ve doğru olmasından çok onların seyirci veya okuyucu üzerinde yarattığı etki ile ilgilenmektedirler. Bu yüzden de olayların sansasyon, haberlerin dedikodu özellikleri daha ağır basmaktadır. Ancak herkesi şaşırtan daha doğrusu şok eden bir olay olduğunda azınlıklar programların ve haberlerin konusu olmaktadırlar. Bu da kamuoyunda azınlıklarla ilgili, gerçeği olduğu gibi yansıtmayan tek yanlı olumsuz bir izlenimin oluşmasına yol açmaktadır. Yine aynı kaygılarla hareket eden, kendi dillerinde yayın yapan medyanın sovenist ve milliyetçi sinyalleri azınlık gruplarının daha çok içlerine kapanmalarına, dışlandıkları, kabul görmedikleri dünyanın dışında kendileri için sığınacak başka limanlar aramalarına neden olmaktadır. Bu limanlardan biri din, biri de milliyetçiliktir. İnançlarıyla alay edildiğini gören insanlar öfkeyle daha çok dinlerine sarılmakta, her gün dışlandıklarını hissederek hayal kırıklığı yaşayan kitleler ise daha çok milliyetçi olmaktadırlar.
Batı Avrupa ülkelerinde köktendinci ve milliyetçi örgütlenmelerin geniş kitlelerden destek görmelerinin altında yatan temel nedenlerden birisi budur. Üstelik bu yalnızca Batı Avrupa ülkelerindeki göçmen azınlıklarla ilgili bir sorun değil, göçmen kabul eden bütün ülkelerde kendini gösteren sosyolojik bir olgudur.

Dünyanın değişik bölgeleri arasındaki derin ve çarpıcı eşitsizlikler varolduğu sürece zamana ve koşullara göre değişik biçim ve boyutlar alsa da göç olgusu insanoğlunun yaşamından ve gündeminden hiç eksik olmayacaktır. Bunun yarattığı ve yaratacağı sorunlar da. Önemli olan bu konuya önyargıların tuzağına düşmeden, kısır döngülerin tutsağı olmadan bilimin ve tarihsel deneyimlerin sağladığı verilerden yararalanarak, sabırla ve kararlılıkla yaklaşmaktır. Birlikte yaşayabilmenin temel koşulu bunu gerçekten istemektir.

 AMA NASIL ?

Bunun birinci yolu başka kültürleri bulaşıcı bir hastalık olarak ondan uzak durmak yerine onları kendi tarihsel sürekliliği ve gelişme asmalarına uygun özgünlüğü içinde ele almaktır. Hiç bir kültür mükemmel ve tamamlanmamış değildir. Zaman zaman kendi kültürlerinin ne kadar üstün olduğunu ileri sürenlere, hangi unsurların bu üstünlüğü sağladığı sorulduğunda bir çoğu maalesef herhangi bir yanıt verememektedir. Hatta bu konuda çok iddialı olanlar bile demokrasi, insan hakları, kadın erkek eşitliği gibi yalnızca bir kültüre ait olmayan genel ilkeler saymaktadırlar. Hiç kuşkusuz bu ilkeler bir kültürün gelişme asmasını göstermekleri açısından önemlidir. Batı kültürü diye tanımlanan kültür uzun bir savaşımdan sonra, hem de yine kendine ait olan politik ve dinsel sistemlere karşı yürüttüğü mücadelelerin sonucunda bu ilkeleri içselleştirmiştir. Ve bu bir kültürün sağladığı çok önemli bir gelişmedir. Ancak bu başka kültürleri küçümsemek ya da karalamak için bir gerekçe değil onları daha iyi anlayabilmek için bir araç olmalıdır. Çünkü başka kültürlerde de bu ilkeleri yaşama geçirebilmek için yoğun bir savaşım verilmektedir. Ancak daha önce de değinildiği gibi bu gelişmenin sonucunu bizim bireysel isteklerimiz değil, bu mücadelenin çerçevesini oluşturan objektif koşullar belirlemektedir. O nedenle farklı kültürlere, eleştirsek bile onları dışlamadan, onları anlamaya çalışarak yaklaşmak gerekir. Böyle yapabilirsek vur abalıya diye sürekli onları suçlamak yerine, ortaya çıkan gerilimlerin nedenlerini daha iyi anlayabiliriz. Örneğin Kuzey Afrika ya da Asya ülkelerinin henüz feodal bir toplumsal düzenini yaşayan kırsal bölgelerinden gelen insanların gelişmiş kapitalist bir ülkede yaşayabilecekleri sorunları anlamak daha kolaylaşır. Türkiye gibi ülkelerin geri kalmış kırsal bölgelerinden gelen ve Batı Avrupa ülkelerinin büyük kentlerinin gettolarında toplumdan genel olarak dışlanmış bir biçimde yaşamak zorunda kalan insanlardan beklentilerimiz de buna uygun olur.

Bu kısır döngüyü kırmanın ikinci yolu ise kültürleri değişmeyen sabit bir veri olarak değil onları sürekli değişen bir olgu olarak görmektir. Bu değişimin daha az sorunlu ve sağlıklı bir biçimde gerçekleşmesi için onları dışlamak yerine varolan diğer kültürlerle bütünleşebilmeleri için gereken, sosyal ve fiziki çevreyi yaratabilmektir. Bunun için de şimdiye kadar başarısız olmuş eğitim, iş ve konut politikalarını yeniden gözden geçirmek gerekir.

Bu kısır döngüyü aşabilmenin ve entegrasyon çabalarını başarıya ulaştırabilmenin bir başka yolu da hoşgörü ve saygıdır. Ancak hoşgörü hoşumuza gitmeyen bir şeyi görmezlikten gelerek olup bitenlere ilgisiz kalmak degildir. Öyle olmamalıdır. Hoşgörü karşılaştığımız sorunları kızmadan, kırıp dökmeden sabırla onlara çözüm arama çabasıdır. Böyle bir çabaysa karşı karşıya bulunduğumuz sorunları çözebilmek için daha iyi bir bilgi donanımı ve kararlılığı gerktirmektedir. İçinde yaşadığımız koşulları değiştirebilmek için kendimizi de değiştirme istencini zorunlu kılmaktadır.

Çok kültürlü bir toplum elbette mümkündür. Ancak bunun yolu kendi kültürümüz ve kimliğimiz dediğimiz şeylerde direnerek değil, onları da değiştirerek olanaklı olabilir. Bu değişim zorunluluğu yalnızca göçmenler için değil toplumu oluşturan her kesim için gereklidir. Ustelik bu bazılarının ileri sürdüğü gibi salt bir özveri sorunu değil, herkesin barış içinde yaşadığı, daha güvenli ve daha gelişmiş bir toplum yaratabilmek için bir görevdir de…

HTIB